METRUK


Kasımpaşa kahvehanelerinin yoğunluğu Harp Okuluna başladığım sene artmıştı. Aslında başlarda kahvehane diye bir şey yoktu. Fakat; donanma Haliç'e kapanınca bu kahvehaneler ortaya çıkmaya başladı. Artık Kasımpaşa denince akla iki şey gelir oldu: kahvehane ve donanma. Donanma denizden çok karada vakit geçirdiği için denizcilik adına fazla bir şey konuşulmazdı buralarda. Daha çok devlet meseleleri ile meşguldü subaylar. Bu aralar ise devlet meselelerine ara verilmiş. Herkes uzak doğuya seyredecek Ertuğrul'u konuşuyordu.''Neden Ertuğrul?'' ''Bu kadar yıldır yatan gemi o diyarlar gönderilir mi?'' ''Başka gemi mi yok Asar-ı Tevfik ne güne duruyor?''. Konuşmaların genelinde Ertuğrul vardı. Herkes tercihin yanlış olduğunu söylüyordu. Ama irade buyrulmuştu bir kere.
 Kasımpaşa'ya varmadan sizi önce kıyıya vuran dalga sesleri karşılar. Ardından nargile dumanı içinizi mayhoş eder. Fakat; bu uzun sürmez. Sanki çok uzaklardan gelen kahve kokusu sizi kendinize getirir. En son konuşma sesleri ve kahkahalar eşliğinde-yazık devletin hali içler acısıydı ama hala kahkaha atabilen gamsızlar mevcuttu-varırsınız donanmanın kalbine.

Yorgo Efendi'nin kahvehanesine doğru yol alırken etraftaki konuşmaların değiştiğini hissettim. Fısıldaşarak  ve kaş göz işaretleriyle beni gösterenleri fark ettim. Burada hemen hemen herkes birbirini tanırdı. Hele İngiliz zabitlerini herkes tanırdı. Nihayetinde donanma küçüktü. Artık eskisi gibi cihan devleti değildik. Bunu kabul edemesekte gerçek buydu. Belki eksikliğimizi kabul etsek bu hallere düşmezdik. İki asırdır kendimizi avuttuk cihan devleti diye.

 ''Kimler gelmiş efendim. Buyurun efendim buyurun şöyle buyurunuz.'' Her zaman ki bozuk ama tatlı şivesiyle Yorgo Efendi karşıladı beni ama farklıydı bugün.
''Hayrola Yorgo Efendi nedir bu hususi ilginin sebebi?''
''Olur mu efendim vallahi de gücendim. Her zamanki halim.''
''Bırak şimdi çıkar bakalım ağzındaki baklayı.''
''Şaka yapıyorsunuz.'' ''Ne şakası?''
''Yok benimle alay ediyor. Görüyorsunuz değil mi Şevket Efendi?'' Harp Okulu yıllarından bu yana tanıdığım arkadaşım Şevket de yanımdaydı.
''Hayır Yorgo sanırım Osman'ım bu mevzuda ciddi.'' Hala olan biteni anlamakta güçlük çekiyordum.
''Hayırlı olsun efendim. Ertuğrul'un komutanı olmuşsunuz.''

…………………………….

Artık konuşulan mevzu Ertuğrul'un seçimi değil, Bahriye Bakanı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa'nın -kendisi halihazırda benim kayınbabam olur- beni gemi komutanı olarak atamasıydı. Dedikoduların bini bin paraydı artık. Her yerde Paşa'nın beni kayırdığı konuşuldu. Yoksa mümkünatı yoktu bu göreve layık görülmezdim. İnsaflı gönüllerde yok değildi. ''Efendiler anlasanıza paşa Ertuğrul'un komutanlığına damadını seçerek geminin ne kadar sağlam olduğunu göstermek istiyor.'' Bu gibi yorumlar bile insaflı sayılırdı.

Personel seçimini Paşayla birlikte yaptık. Seçtiğimiz kişiler çok özeldi. Devletimizin sancağını en iyi şekilde dalgalandıracak kişilerdi. Bilgi becerisi yüksek ve seyrin hakkını verecek bir mürettabat oluşturduk.

Ertuğrul'un ve zihinlerin seyir hazırlıkları başladı. Hummalı şekilde çalışmak gerekti. Çünkü Ertuğrul'un ciddi bir bakım ve onarıma ihtiyacı olduğu aşikardı. Bu şekilde seyre çıkmak intihardan farksızdı. Gerçi Ertuğrul'un en iyi halinin bile gitse intihar olacağını düşünenler de yok değildi. Cevabı Ertuğrul verecekti.

Bakım ve onarım artık tamamlanmış ve Ertuğrul kader seyrine hazırdı. Tüm çalışmaların başında bulundum. Her şeyle olabildiğince yakından ilgilenmeye çalıştım. Personelimin bu kadar içinde olmam onlar için ayrı bir motivasyon kaynağı oldu. Canla başla çalıştı aslanlar.

14.07.1889

Demir almak günü geldi limandan. Aslanlarım çimariva mevkilerini aldılar. Ne de güzeldi üzerindeki üniformaları. Bembeyaz kefen gibi... Tüm Şehr-i İstanbul toplanmıştı neredeyse. İğne atsan düşmezdi. Herkes sevdikleriyle vedalaştı. Ağlayanlar, el sallayanlar, gülenler, kurban kesenler, davul zurna getirenler... Genç bir çocuk babasının omzuna çıkmış kendisinden beklenmeyecek gür sesiyle haykırdı.

Besmeleyle Ertuğrulum demir aldı.
Hep ahali sahillerde bakakaldı.
Çoluğun çocuğun feryadı arşa vardı.
Hak selamet versin şanlı Ertuğrul'a.
Üç direkli fırkateyndir gemimiz.
Kimimiz bekarız, evlidir kimimiz.
Gayret edin çocuklar Capanyadır yolunuz.
Hak selamet versin şanlı Ertuğrul'a.

Hüzün, sevinç, umut envai çeşit duyguyu yaşadık yaşattık. Kader seyrimizdi bu bizim için. Bir gördüğümüzü bir daha göremedik...


Çanakkale Boğaz geçişinin bizim için ayrı bir önemi vardı. Rumeli diyarına geçen ilk Osmanlı Paşası Süleyman Paşa yad edilirdi. Bizde gemi imamı Ali Efendi ile birlikte tüm personel olarak onun nezdinde tüm şehitlerimizi hayır ve şükranla yad ettik.

Süveyş'e kadar olağandışı herhangi bir hadise gerçekleşmedi. Kanal geçişi için sıramızı bekledik. Kanal işletmesinin kuralı gereği kılavuz kaptan almak zorundaydık. Vasıtayla gemiye gelen kaptana yardım edip subay salonunda ağırladık. Kaptanla İngilizce sohbet ettik. Biraz kanal hakkında konuştuktan sonra kendisine çay ikram ettik. Çay değil ''Türk kahvesi'' içmek istediğini söyledi. Bu sefer misafir umduğunu yedi. Ve yine İngilizler dünya siyasetinde olduğu gibi burada da istediğini elde etti.

Salonda ki sohbetimiz sırasında kaptanın kibirli tavırlarından rahatsız olduk. Fakat; kendisine kesinlikle hissettirmedik. En azından gemi komutanı olarak benim öyle davranmam gerekirdi. Bu arada sıramız gelmişti. Köprü üstüne çıktık beraberce. Gemi yol almaya başladı. Kanalda gemi idare etmek zordu. Fakat; personelimin kılavuza ihtiyaç duymadan kumandam altında bu badireyi atlatacağından emindim. Ne yazık ki İngilizler ve politikaları engel oldu.

Süvari Ali Mehmet Bey'in sıkıntılı halini yüzünden okudum. Köprü üstü insan tanımak için biçilmiş kaftandı.

''Hayrola Ali Bey canını sıkan nedir?''
''Allah'ın bildiğini kuldan saklayacak değilim komutanım.''
''Sana da bu yakışır. Dinliyorum.''
''Ne gerek vardı Komutanım şimdi bu kılavuz kaptana?''

Astlarım asla benden Bir şey saklamaması gerektiğini gemiyi İstanbul'da onarırken öğrenmişti. Bu sebeple kuşkularının akıllarını kemirmesine izin veremezdim. Hepsi bana karşı açık davranırdı.

''Aman Ali Bey dikkat et lisanımızı biliyor olmasın.'' Kaptan bize kuşkulu bir bakış attı. Ardından manasız bir tebessüm kondurdu yüzüne. Deniz Harp Okulundan yeni mezun genç kardeşlerime döndüm:

''Süveyş'in aslını bilir misiniz gençler?'' Amacım gergin ortamı yumuşatmaktı. Öyle ya tüm bu meşaketler sözde onların eğitimi içindi. Onlarında kendilerini gemiye ait hissetmeleri için vardiyalara ayırdım. Vardiyaları süresince başta köprü üstü olmak üzere geminin her tarafına gönderiyor gemiyi iyice tanımalarını istiyordum. Zira harbiye yıllarında ellerine hiç böyle imkanlar geçmemişti.

''Bilmiyoruz komutanım'' dedi köse ve al yanaklı olan.
''Öğrenmek isteriz komutanım'' diye devam etti en iri yarı olanları.
''Anlatayım o vakit'' kaptanda bu sırada gemiye kumanda etmeye devam ediyordu.
''Süveyş'in ilk projesini aslında İngilizler değil Sultan Süleyman'ın son Vezir-i azamı Mehmed(Sokullu) Paşa düşünmüştü fakat; gerçekleştiremedi. Ardından ünlü kumandan Napolyon da niyetlendi hatta mühendisler bile getirtti Mısır'a ama kahraman Cezzar Ahmed Paşa tüm planlarını alt üst etti. Tutunamadı ve ona da nasip olmadı. Temellerini biz attık fakat bizde sonunu getiremedik ve İngilizler kanalı açtı. ''

Kaptanı izlemeye başladım. Birden gemi sebepsiz yere yavaşlamaya başladı. Ardından tamamen durdu. Fakat yumuşak bir duruştu. Sanki biri eliyle gemiyi tutmuş bırakmıyordu.

''Ne oldu?'' Ali Bey sinirlenmişti. Herkes bana ben ise kaptana bakıyordum.
''Galiba gemi kuma oturdu komutan.'' dedi kaptan fütursuzca. Sanki gemiler her gün kuma oturuyordu yada kendisi bu tür kazalara alışıktı. Ali Bey İngilizce biliyordu. Ne kadar sinirlendiğini görebiliyordum. Ben tutuyorsam kendimi o da tutmalıydı. Bunu bilecek kadar askeri ahlak sahibiydi. Köprü üstündeki İngilizce bilen bir kaç subay dışında geri kalanlar onlara kaptanın ne dediğini çevirmemi beklediler. Bana gerek kalmadan askerin biri bağırdı.

 ''Gemi oturdu! Gemi kuma oturdu!''

Geminin kuma oturduğu haberi yüreklere de oturdu. Herkes buz kesildi. İnsanlar ne yapacağını şaşırdı. Beraber güverteye indik. Durum tespiti yaptık fakat su altını göremediğimiz için ne kadar konuşsakta beyhudeydi. Fakat geminin omurga hattında her hangi bir yara yoktu. O an herkesin nefret dolu bakışlarının kaptanın üzerinde olduğunu fark ettim. Kaptan ise durumu sezmiş olacak ki kibirli yüzünden tebessümü eksik etmeyerek ortamı yumuşatmaya çalışan laflar etmeye başladı. Kimsenin nefreti dinmedi. Güverteye toplananlar orda ben olmama rağmen kendilerini tutamayarak kaptanın üzerine yürümeye başladılar. Ortalık birden karıştı. Askerlerin elinden kaptanı zor kurtardım. Hemen kıç tarafta askerlerin yatakhanesine götürdüm yanına da iki silahlı asker yerleştirdim. Diplomatik krizin eşiğinden döndük.

Gemiyi çakılı kaldığı yerden kurtardıktan sonra dalgıçlar herhangi bir arıza olup olmadığına baktılar. Herhangi bir arıza olmadığını öğrendiğimizde derin bir nefes aldık. Kum tepesine oturduğumuzu öğrendik. Bu sebeple şansın bizden yana yaver gittiğini söylediler aksi halde çok ciddi sıkıntılar ile uğraşacaktık.

Kanal işletmesiyle yaptığımız görüşmeler neticesinde suçun kılavuz kaptanda olduğuna onlar da kanaat getirdiler. Bu yüzden iki gün süren gemiyi kurtarma çalışmalarının ücretini talep etmediler. İşletmeden yeni kılavuz kaptan istedim. Şu an için ellerinde ki tek kaptanın o olduğunu söylediler. Gemiyi bizim idare etmemize de müsaade etmediler. Cevap olarak kanal işletmesinin kurallarını hatırlattılar. İngilizler ve prensipleri. El mahkum yapacak bir şey yoktu. Kaptanın esaretine son vererek, kumandayı tekrar ona verdim. Bu kez daha dikkatliydi. Ama o da en az bizim kadar sinirlenmişti. Yaptığı hata yüzünden kendine mi yoksa onu linç edilmekten kurtarıp kısa süreliğine de olsa gözaltına aldığım için bana mı kestirmek güçtü açıkçası.

Talihli kaptanımız ikinci şakasını yapmakta gecikmedi. Gemiyi kurtardıktan sonra iskeleye bağlanırken bir gürültü bizi bizden aldı. Korkuyla sesin geldiği kıç tarafa doğru koştuk. Gördüğüm manzara artık beni de çileden çıkardı. Kıç bodoslama sahile vurmuş ve paramparça olmuştu ve suda yüzen parçalarını görebiliyordum.

Kaptan iyice zıvanadan çıktı. Onun için artık mürettabatımdan değil kendimden korkmaya başladım. Sinirlerime hakim olamayıp bana yakışmayacak hareketler sergileyebilirdim. Derhal gemiyi terketmesini istedim. Bu isteğime karşılık kendisinden beklenmeyecek kibarlıkta bir İngiliz asilzadesi gibi gemiyi terketti. Tabii geride kuma oturmuş ve kıç bodoslaması paramparça olmuş bir gemi bırakarak. Kanal işletmesinden tekrar geldiler olayın aslını öğrendikten sonra özürlerini ilettiler. Kaptanın işine de son verdiklerini anlattılar. İsabet buyurmuşlardı. Hatta geç alınan bir karar olduğunu kendilerine ilettim. Bir şey söylemediler. Onlar gemiye gelmeden hasar tespitine tekrar başlandı. Ben işletme sahipleri ile konuşurken ayrıca dümen bodoslamasının da kırıldığı haberini aldım. Kanal işletmesine döndüm. Hasarımızla yakından ilgileneceklerini söyleyip gemiden ayrıldılar. Anlaşılan gemi kesinlikle havuza girmeliydi. Havuz için yaptığımız görüşmelerin ardından en uygun havuzun bir ay sonra müsait olacağını öğrendik. Tamiratın da üç hafta süreceğini hesaplayınca önümüzdeki iki ay boyunca Süveyş'in misafiriydik. (27-28 Temmuz)


23 Eylül 1889

Zorlu geçen havuz sürecinin ardından artık seyir için hazırdık. Geçen iki aylık süre zarfında bir çok defa Bahriye Nezareti ile yazıştık. Benden sürekli Ertuğrul'un durumu hakkında rapor istediler. Devletimizin içinde bulunduğu vaziyet sebebiyle yaptığımız seyrü seferin zamanı ve önemi olağandan daha da dikkat gerektiriyordu. Fakat Nezaret tarafından benim anladığım seyrin mutlaka başarıyla tamamlanması yönünde. Çünkü Ertuğrul tabiri caizse ilk sınavı olan Süveyş'te başarısız olmuştu. Bu vaziyet ise ister istemez felaket tellallığı yapanların ekmeğine kaymak sürmüş artan sesler Yıldız'dan duyulunca yankısı da Nezaret'e ulaşmıştı. Nezaret kendisine yapılan baskıdan dolayı tamamlanmasını istiyordu. Fakat Yıldız'ın amacı neydi? Koca fırkateynin sadece 13 tane Deniz Harp Okulu talebesinin eğitimi ve Japon İmparatoruna takdim edilecek bir nişan için gitmesini mantığım pek almıyordu. Talebelerin eğitimi alelade küçük bir gemi ile de yapılabilirdi. Nişan ise seçilmiş bir heyeti posta yoluyla göndererekte verilebilirdi. Neden bu kadar meşakkat?

Kolombo'ya doğru yol aldık fakat uygun rüzgarları Kılavuz kaptanın beceriksizliği yüzünden kaçırdık. Motor gücünün kullanılmasına karar verdim. Ancak Kolomba'ya kadar gidemezdik. İkmal yapmamız gerecekti. En uygun limanın Cidde olduğu kararına vardık. Ardından Aden'e hareket edecektik. Zaten Nezaret tarafından Yokohama'ya kadar uğranılacak Kolombo, Bombay, Singapur gibi esas limanlar dışında diğer liman yerlerini benim tasarrufuma bırakmıştı. Gerekli gördüğümde ikmal desteği için liman yapacaktık. İşte Cidde böyle limanlardan biriydi.

Cidde ardından Aden'de kömür ikmali yaptık ve Bomba'ya doğru harekete geçtik. Çin Denizi artık kendini hissettirmeye başladı. Çarşaf gibi deniz bekleyenler hüsrana uğradı. Bu dalga ve fırtınaların şakası yoktu.Yine de 20 Ekim'de sağ salim Bombay'a bağladık.

,Bombay İngilizlerin kontrolü altındaydı. Nüfusu 1 milyondan fazla ve üstelik halkının yarısından çoğu da Müslüman’dı. Liman bilgilerini bahriye nezareti seyirden önce vermişti. Verilen bilgilerin doğruluğunu ilk günden limanda bizi bekleyen kalabalık sayesinde tatbik ettik. İlk gün gemiye ziyaretçi alınmamasını istedim. Çünkü geminin temizliğe ihtiyacı vardı. İkinci gün resmi ziyaretleri yaptık. Bu arada kalabalığın gemiye alınabileceğini söyledim. Halk gemiye ve personeline yoğun ilgi gösterdi. Limanda geçirdiğimiz zaman arttıkça kalabalık azalacağı yerde iyice arttı. Ülkenin her yerinden insanlar geldi. Günde ortalama 20.000 insan gemiyi ziyaret etti. Hediyeler getirenler, yiyecek vermeye çalışanlar, yüzünü sancağımıza sürmeye çalışanlar, güverteye alnını sürüp padişahımıza ve devletimize dua edenler...

Bu yaşananlar içinde de ilginç bir olay oldu. Yanında 6 adet eski top getiren yaşlı bir dede gördüm. Askerlerimizden biriyle tartışıyordu. Ama anlaşamadığını uzaktan görebiliyordum. Yerel dili konuşabilen bir İngiliz’i de yanıma alıp adamın yanına gittim. Manzara gerçekten çok ilginçti. En nihayetinde adamın amacını öğrendim. Getirdiği 6 adet top Ali Reis'in Hint seferinde fırtınaya yakalanınca sığındığı limanda indirdiği toplardan geriye kalanlardı. Ali Reis ''Bu topları biz gidince bizim yerimize gelecek Osmanlı askerlerine verin'' demiş. O zamandan bu yana bekleyenler şimdi topları bize ulaştırdı.

Bombay'da kaldığımız süre içerisinde İngiliz gazeteleri Ertuğrul ile ilgili gelişmeleri hemen hemen her gün manşetten okuyucularına duyurdu. Genel anlamda ise liman ziyaretimiz çok iyi geçti ve gemiyi ziyaret eden halka ve şehir ahalisine Osmanlı Sancağı gösterildi. Halkın Osmanlı sevdası ve bağlılığı pekiştirildi.





Kolombo'ya ileri harekete geçtik. 6 gün sonra gemi baş taraftan su almaya başladı. Kötü bir haberdi. Su tahliye edilirdi ama mürettebatımın bozulan moralini ruhlarından tahliye etmem zordu. Çünkü gemide açılan en ufak yara insanların aşkında ve şevkinde de açılıyordu.

10 Kasım'da Kolombo limanına Kolombo Kalesi'ni top atışlarıyla selamlayarak girdik. Gazete kültürü bu coğrafyada İngilizlerin etkisiyle bizdekinden daha yoğun yaşanıyordu. İnsanlar geleceğimiz tarihi gazetelerden öğrenmiş ve limanı doldurmuştu. Avdet olduğumuz zaman Cuma gününe denk geldi. Yine ilk gün ziyaretçi alınmamasını ve geminin netasının sağlanmasını istedim. Aslan yattığı yerden belli olurmuş.

''Ali Bey''
''Emredin komutanım''
''Temizlik için seçtiğin vardiya gemide kalsın. Diğer vardiya ve subaylarıda alıp Cuma Namazı'na iştirak edelim.''
''Hep beraber mi komutanım? Bu kadar kalabalık gitmemiz sıkıntı teşkil etmez mi?''
''Aksine Ali Bey fevkalade olacak. Sana bahsetmedim Nezaretten seyir öncesi bir dizi emirler aldım.''
''Bahsetmediniz komutanım.''
''Altıncı emri okuyorum. Limanlarda mürettebat dini vecibelerini yerine getirirken bir derece daha fazla hassasiyet gösterecek.''
''Bu sayede Müslüman halkın bağlılığı geliştirilip sancak gösterilecek. Doğru mu anladım komutanım?''
''Doğru söylersin süvarim. Önce Bombay, şimdi Kolombo, sonra Singapur.Müslüman halkın yoğun yaşadığı ve hep İngiliz kontrolünde olan memleketler. Dikkatini çekti mi?''
''Öğrencilerin eğitimi, nişanın takdimi göstermelik mi komutanım?''
''Evet. Öyle olmak zorunda aksi takdirde İngilizler, Fransızlar hiç buna müsaade etmezler. Kurt siyaseti güderler. Bunlarla raks etmek kolay değil Ali Bey.''

Kolombo'da kaldığımız zaman içerisinde Ertuğrul yaklaşık 200.000'den fazla insanı ağırladı. Birçok resmi ziyaret yaptık, sancağımızı gösterdik. Şimdi ise Singapur Limanı'na bağlamaya gidiyorduk. Kolombo'dan çıktıktan sonra Singapur’a kadar 15 gün boyunca yağmur ve fırtına hiç dinmedi. Ertuğrulum epey hırpalandı. Günlerce tüm mürettebat olarak bununla başa çıkmaya çalıştık. Kolay olmadı. Ama alıştık artık Asya Denizlerinin bu hırçın ve aşırı hallerine.

Singapur Limanı girişinde bizi güzel bir sürpriz bekliyordu. Limanda balıkçılık yapan irili ufaklı gemiler Osmanlı Sancağı'nı çekmişlerdi. Bize hoş bir karşılama yaptılar. Limanda bizi bekleyen kalabalık ne Bombay ne de Kolombo ile boy ölçüşebilirdi.

Ertuğrulum Singapura gelene kadar ciddi bir onarım isteyen duruma düştü. Singapur'da gemiyi tekrar havuza almak durumunda kaldık. Baş bodoslamadaki kaplamalar onarılmalıydı. Aksi takdirde oluşabilecek bir yara bizi bu deryanın derinliklerine gönderebilirdi.

Bir aya yakındır buradayız. Bir sürü resmi ziyaret yaptık.İngiliz ve Fransız amirallerinin davetlerine icabet ettik. Biz de onları ağırladık. Limanda kaldığımız süre uzadıkça hakkımızda çıkan dedikoduların aslı astarı yoktu. Kabul edilebilir gibi değildi. İngiliz gazeteleri sürekli hakkımızda haber yapıyor; devletin parasının olmadığından, Ertuğrul'un bu görev için liyakatsiz oluşundan ve daha nice palavralardan bahsediyordu. Hasan Hüsnü Paşa ile sürekli yazıştım. En son yapılan Nezaret Şuurası’nda aldıkları karar ile benim nişanı posta yolu ile götürmeme karar vermişler. Ben de cevaben Ertuğrul'un bu görevi tamamlayabileceğini, yapılacak onarım ile eskisinden de iyi bir seviyeye geleceğini ilettim. Bu cevabım Yıldız'ın çok hoşuna gitmiş olmalı ki, rütbemin Mirlivalığa yükseltildiği ve talebimin kabul gördüğü yönünde yanıt aldım. Ertesi gün amirallik forsu Ertuğrul'un mizana direğinin cundasında dalgalanıyordu. Böyle bir terfi beklemiyordum. Çünkü; yaşım henüz 32 idi. O kadar hızlı yükseliyordum ki artık ben bile takip edemiyordum. Terfiim gururumu okşayacağı yerde beni iyice sıradanlaştırdı. Sebebi ise bu dönemde herkes o ya da bu şekilde nişanlara, terfilere çok kolay mashar oluyordu. Liyakat artık ehemmiyetini yitirmişti. Bu düşünceler eşliğinde sabah kahvemi yudumlarken Ali Bey içeri girdi.

''Komutanım, Singapur Üs Komutanı İngiliz Amiralin emir subayı geldi.''
''Hayrola Ali Bey?''
''Sanırım terfiinizi tebrik etmek için.”

Emir Subayı gerçektende bu sebeple gelmişti. Komutanının en samimi tebrik dileklerini ilettikten sonra gemiden ayrıldı. Forsu göndere çekeli bir saat bile olmamıştı. Nasıl bu kadar hızlı olabilirdi? Ertuğrul'dan gözlerini bir an olsun almıyorlardı ki. Buna şaşırmamak gerek aslında. Dünya siyasetindeki başarıları da iyi bir gözlem yapmaları, faaliyet gösterdikleri coğrafyayı ve kişileri çok iyi tanımalarından kaynaklanıyordu.

Singapur da aldığım tebrik sadece bu değildi. Bir oğlum olmuştu. Adını da Osman koymuşlar. Ne büyük mutluluktu baba olmak. Gemideki diğer mürettabatı düşündüm, çocuğu olan bir sürü kişi vardı. Onların yolunu bekleyen sevdikleri vardı. Alnımızın akıyla görevimizi ifa edip bana emanet edilen bu kadar canı sevdiklerine kavuşturmak boynumun borcuydu artık.

………………………..

Kuzey rotasına seyir için uygun fırtınaları kaçırdık. Bu sebeple kömür yakarak Singapur-Hong Kong arasında bir liman belirleyip kömür ikmali yapmaya karar verdik. Saygon limanı bu iş için uygundu.

Saygon'da kömür ikmali yaptıktan sonra limandan ayrıldık. Fakat iki gün sonra tayfuna yakalandık. Bu deniz canavarını keşfeden Ali Bey oldu. Güç bela bu badireyi atlatıp tekrar Saygon'a demirledik. Geldiğimizde aynı tayfundan kaçıp limana sığınan Çin donanmasını gördük. Aramızda dostane ilişkiler kurduk. Kömür ikmalimizi yaptıktan sonra tekrar yola koyulduk. Çin denizi hırçındı. Aynı rotada seyretmek imkansızdı. Pusulayı bulanların bu coğrafyadan çıkması tesadüf olamazdı. 26 Nisanda Hong Kong'a aborda olduk. Limanda İngiliz bandosu tarafından ''Hamidiye'' marşı çalındı. Ardından bir bölük asker tarafından karşılama töreni yapıldı. Burada da bir dizi resmi ziyaretler yaptık. Hong Kong'tan sonraki durağımız Yokohamaydı fakat önce Kobe'ye uğradık ve kömür ikmalimizi yaptık. Buraya asıl gelişimizin sebebi ise ikmalden ziyade gemiyi Yokohama'dan önce bir güzel temizleyip süslemek içindi. Çünkü; Ertuğrul için artık sahneye çıkma vakti gelmişti.

Yokohama'ya girişimiz gösterişli oldu. Seferden muzaffer dönen bir Japon savaş gemisi gibi karşılandık. İmparator hazretleri Komeii Tokyo'daydı. Mahiyetimde ki kişilerle birlikte Tokyo'ya hereket ettim. Japon dostlarımız bizim için pervane oldular. Daha nasıl rahat edebiliriz düşüncesiyle ellerinden ne geliyorsa yapmaya gayret ettiler. Böyle misafirperverliği ben bir tek bizim insanımızda gördüm.

İmparator hazretlerinin sarayında bize gösterilen ilgi şanımızdan yüceydi. Nihayet imparator ile görüşme vaktimiz geldi. Sultanımızın gönderdiği mektubu ve nişanı kendilerine takdim ettim. Fakat o mektubun Fransızcasını alıp Türkçesini sesli şekilde okumamı buyurdu. Ne büyük bir incelikti. Mektubu okurken beni dikkatle takip etti. Mektubu okuduktan sonra Türkçe aslını da kendisine takdim ettim. Daha sonra İmparatoriçe ile de görüştük. O da ziyaretimizden duyduğu mutluluğu defalarca dile getirdi. Akşam yemeğinde tekrar İmparator ile buluştuk. Bu sefer kendisine takdim ettiğim nişanı takmıştı. Yokohama da kaldığımız süre boyunca gösterilen ilgi öylesine yoğun ve içtendi ki artık mahçup olmaya başladım. Ayrıca İngiliz ve Fransız amiralleri tarafından sürekli yemeğe davet edildim. Kendilerinden yaşça küçüktüm. Ama rütbe olarak aynıydık. Halk tarafından bize gösterilen ilgiden öylesine rahatsızlık duyuyorlardı ki bunu hissetmemek imkansızdı.

Yurda dönmeye karar verdiğimiz sırada kolera illeti memlekette(Japonya'da) baş gösterdi. En nihayetinde karantinaya alındık. Fakat geç kalınmıştı. Hastalık Ertuğrul'a da bulaştı. Böyle bir felakette 13 tane aslanımı yitirdim. Tehlikeye nazaran zayiatımız az sayılırdı ama; hepsi benden ve Ertuğrul'dan can götürdü. Karantina süresi çok sıkıntılı geçti. Kayıpların ardından moraller alt üst oldu. Bu sıkıntının ilacı ise bir an önce vatanımıza dönmekti. Kolera illetini atlattık. Dönmeden önce tekrar İmparator hazretlerini ziyaret ettim. İyi dilekleri ve nasihatlerini kabul ettikten sonra bana müthiş bir samuray kılıcı armağan etti. Hayatımda daha önce bu kadar muhteşem işçiliği olan başka bir kılıç görmemiştim. Uzun süre gözlerimi alamadım. Dönüş için hazırlıklar tamamdı artık. Baş-üstünde bir askerin sesi geldi kulağıma.

Yol ver serdümen yol ver
Gece gündüz seyredelim
Bu havaya Rabbim yol ver
Vatanımıza dönelim

Bunu duyan mürettabat iyice coştu. Artık herkes eve dönmek için daha da sabırsızdı. Limandan ayrılırken uğurlanışımız da karşılanmamız gibi gösterişliydi. Tek farkı hüzün dolu olmasıydı. Japon halkı bizi öylesine güzel ağırladı ki kendimizi memleketimizde gibi hissettik. Mezarım burada olsa yadırgamazdım artık...

15 Eylül 1890

Dönüşten önce Kobe'ye uğrayıp yakıt ikmali yapmaya karar verdik. Hava Yokohama'ya intikal ederken karşılaştığımız havaya nazaran daha iyiydi ama sevincimiz kursağımızda kaldı. Akşama doğru fırtına çıktı. Açıkçası bu fırtınayı beklemiyorduk. En azından olmaması için çok dua ettik. Fırtına şiddetlendikçe dalgalar Ertuğrul'u dövdü. Gece yarısına doğru mizana direği kırıldı. Deniz iyice kudurdu. Dalgalar Ertuğrul'u yutmaya çalışan koca bir deniz canavarının ağzı gibiydi. Her taraftan Ertuğrul'un durumu ile alakalı haberleri bana getiriyordu mürettabatım. O sırada gelenlerden biri de Ali Beydi.

''Komutanım baştan gelen dalgalar güverte tahtalarını baş bodoslamadan ayırdı. Kazan dairesinde ki kömürlükten de su geliyor.''

Cevap veremedim nefes nefese kalan Ali Bey'e. Ertuğrul su almaya başladı. Üç gün boyunca bütün personel Ertuğrul'un yaralarını kapatmak için olağanüstü çaba sarfetti. Vardiya düzeni kalmadı. Tüm personel ayaktaydı. Aslanlarım ne yemek yedi ne de uyku uyudu. Artık bu şekilde devam etmek mümkün değildi. En yakın limana sığınmamız gerekiyordu. İki seçeneğimiz vardı. Ya Kobe'ye gidecektik ya da Yokohama'ya geri dönecektik. Ali Bey'in hesaplarına göre konumumuz iki limana da eşit mesafedeydi. Bir seçim yapmak zorundaydım. Zor şartlar altındayım. Vereceğim karar 600 kişinin hayatına da etki edecekti. Bu yüzden dikkatli bir şekilde düşündüm ve Kobe'ye gidilmesine karar verdim.

Oşima fenerine 10 deniz mili yolumuz vardı. Fener bir burnun ucundaydı. Feneri geçtikten sonra fırtınayı atlatabilirdik. Ama fenere yaklaştıkça deniz daha da hırçınlaştı. Ömrümde böylesine azgın dalgalar görmedim. Ertuğrul'un durumu iyice kötüleşmeye başladı. Kazan dairesinin su aldığı ve kazanların söndüğünü haber aldım. Sönen sadece kazanlar değildi. Selamet ümitleri de yavaş yavaş sönmeye başladı. Yelkenler artık mahvoldu. Seyyar tabutumuz mezarına doğru ilerledi. Gemiye giren su Ertuğrul'un yalpalarını iyice şiddetlendirdi. Kazan dairesinin çok daha ciddi bir sıkıntısı olduğunu haber aldım. Kazanlar sönmüştü daha kötü ne olabilirdi ki? Tek çare kaldı artık. Ali Bey'e döndüm:

''Ali Bey ben kıç tarafa hasara bakmaya gidiyorum demiri fundo et!''
''Emredersiniz komutanım.''

Yanıma iki-üç kişi alarak kıç tarafa koştum. Gördüğüm manzara karşısında artık bu işin bizden çıktığını anladım . Kazan dairesine giren sular bir numaralı kazan dairesini çökerterek kazanın her yalpada bir sancağa bir iskeleye yatmasına ve geminin yalpalarını daha da şiddetlendiriyordu. Etrafımdakiler bana, ben ise aciz halimize bakıyordum. Yapabileceğimiz tek şey dua etmekti artık. Sonra o korkunç sesi duydum...

Suyun yakıcı soğukluğunu onunla buluşunca hissettim.
Su tuzlu, göz yaşlarım tuzlu. Görebildiğim hiçbir yerimde yaram yoktu.
Ama ruhum acılar içinde kıvanıyordu.
Seni bu Deniz Şeytanı'nın[1] oyununa düşürdük.
Affet bizi Ertuğrulum.
Evlatlarım bağırmayın artık. Feryatlarınız canımdan can alıyor.
Keşke elimden bir şey gelse.
Keşke...
Keşke hepinizi tek tek kıyıya götürüp kurtarsam.
Dermanım kalmayıncaya kadar hepinizi tek tek kurtarsam.
Hepinizi bekleyenlerinize, sevdiklerinize sağ salim ulaştırsam.
Sonra takatim tükenip bir tek ben kalsam bu şeytanın koynunda.
Ne şan ne şöhret için...
Bana verilen emanete sahip çıkmak için yapmak isteyipte yapamadıklarım.
Hepinizin mesuliyeti omuzlarımdaydı.
Belki birazdan öleceğim ama sizin mesuliyetinizden daha ağır gelmeyecek.
Hakkınızı helal edin...





Vesselam Ertuğrul Firkateyni Komutanı
Cibalili Mirliva Osman Bey





[1] Ertuğrul Firkateyni'nin çarptığı kayalıklar yörede ki denizciler tarafından ''Deniz Şeytanı'' olarak anılırmış.

Yorumlar

İlginizi Çekebilir mi Acaba ?

ZÜLFÜ LİVANELİ'NİN SERENAD'I ÜZERİNE BİR İNCELEME

VERYANSIN- 2

AĞLATMAYIN ANNEMİ